Üç Tarz-ı Siyaset ve Yusuf Akçura Üzerine

 

Öncelikle Yusuf Akçura’yı tanımalıyız. Altta kısa biyografisi verilmiştir.

 Yusuf Akçura, 1876’da fabrikatör Hasan Bey ve Yunusoğlularından Bibi Kamer Hatun’un oğlu olarak doğdu. Babasını iki yaşındayken kaybetti. Babası bir fabrikatördü, zengin ve soylu bir aileye mensuptu. Ancak annesi bu zenginliği iyi kullanamamıştı. Kazan’dan çok uzaklardaki İstanbul’a yedi yaşındayken annesiyle geldi. Buraya geldiğinde üvey babasının (Osman Bey) onu askerliğe telkin ettiğini görürüz. Yusuf Akçura, Kuleli Askerî Lisesi ve Harp Okulu’nda eğitim aldı. Bu eğitimleri sırasında Necip Asım, Veled Çelebi gibi isimlerin Türkçülük fikrinden etkilenir. Ancak amcası İbrahim Akçura ve eniştesi İsmail Gaspıralı’nın İstanbul’a gelene kadar ona derin bir Türk bilinci aşılamış olması da muhtemeldir. Özellikle de amcası İbrahim Akçura’nın geniş bir kütüphanesi ve Türkiyat sahasında bilgili bir kimse olduğunu, yeğenine de bu görüşlerini dil ve kültür sahalarında aktarmış olduğunu göz önünde bulundurmak gerek.

Harbiye’nin ikinci sınıfında Türkçülük hareketleri sebebiyle okuldan atıldı. Fizan’a sürüldü. Burada rütbeleri iade edildi. Öğretmenlik de dahil olmak üzre birtakım işlerde çalıştı. İleride Milli Türk Fırkasını da kuracağı yakın arkadaşı Ahmet Ferit Bey ile Fransa’ya kaçtı. Fransa’da eğitimine devam etti. Ecole Libre des Politiques’i bitirdi.

Fransa’da Şuray-ı Ümmet’te yazılar yazmıştır. Diplomasını alınca İstanbul’a dönmesi yasak olduğundan Kazan’a amcasının yanına dönmüştür.

Kazan’dayken Mahmudiye Medresesinde tarih ve coğrafya dersleri vermiştir. Üç Tarz-ı Siyaset makalesini de Kazan’da kaleme alıp Kahire’de yayımlanan Türk gazetesinde neşretmiştir. Burada Duma Meclisine seçilmesini önlemek amacıyla 1906’da kırk üç gün hapsedilmiştir. 1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’dayken Türkçü derneklerde faaliyetlerde bulunmuş. Türk Yurdu Cemiyeti’nin yayın organı olan Türk Yurdu dergisinde yöneticilik, Darülfünun ve Deniz Lisesi’nde görev yapmıştır. İstanbul’un işgali sırasında tutuklananlar arasında Yusuf Akçura’da bulunmaktadır. 1920’de Millî Mücadeleye katılmış. Yedek Kurmay Yüzbaşı olarak hizmet vermiştir. Daha sonra Türk Tarih Kurumu Başkanlığı, İstanbul ve Kars milletvekilliği, İstanbul Üniversitesinde Yakınçağ Tarihi Bölümünde görev almış ve yazarlık yapmıştır. 1935’te vefat edene dek de TTK Başkanlığını sürdürmüştür.  

Yusuf Akçura, Türkçülüğün gerekli basın ayaklarının temelini atmış. İttihat ve Terakki, Milli Türk Fırkası ve Atatürk CHF’sinde görev yapmış önemli bir Türk entelektüelidir.

Bazı Eserleri:

Üç Tarz-ı Siyaset

Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikri Ceryanlar

Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri

 

Eleştirisi yapılacak olan Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserin 1904’te yayınlanan tefrikadan ve 1912’de yayınlanan kitabın metinlerinden hazırlanan Eylül 2020’de basımı yapılan, Kapı Yayınlarına ait “Üç Tarı Siyaset” olduğunu belirtmek isterim.


Bir Milletin Kırılamayan Döngüsü Üç Tarz-ı Siyaset

 

Üç Tarz-ı Siyaset’in konu aldığı görüşler Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türk Birliği siyasetleridir. Öncelikle bu kavramların ne olduğundan bahsetmek gerekmektedir.

Osmanlıcılık: Osmanlı hükümetine tabi (bağlı) muhtelif (çeşitli) milletleri temsil ve birleştirerek bir Osmanlı Milleti vücuda getirme fikridir.

İslamcılık: Hilafet hakkının Osmanlı Devleti’nde hükümdarında olmasından istifade ederek, bütün Müslümanları sözü edilen hükümet idaresinde siyaseten birleştirme fikridir.

Türk Birliği/Türkçülük: Irk üzerine inşa edile siyasi bir Türk Milleti inşa etme fikridir. 

Yusuf Akçura’ya göre “ilk iki fikir çeşitli dönemlerde denenmiş ve Osmanlı Devleti’nin genel siyasetine büyük etkileri olmuştur”.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemi için genel siyasetini Cihat olarak yorumlayabiliriz. Bu konuda Paul Wittek “Osmanlı yükselişinin temel sebebi İslam mücahitleri olan Türk göçebelerin varlığıdır” demektedir. Bu noktada şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Osmanlı Devleti kuruluşundan güç kaybetmeye başladığı ilk ana kadar yüksek dini motivasyonla hareket etmiş bir devlettir”. Yusuf Akçura Osmanlıcık siyasetinden bahsederken “Miladi on dokuzuncu asrın başlangıcı ve ortalarına kadar bu fikir uygulanabilirdi” diyor. Öyleyse biz bu “yüksek dini motivasyonlu” dönemi kuruluştan on dokuzuncu asrın başına kadar getirebiliriz.  

Osmanlıcık siyasetinin bu noktada karşımıza çıktığını görürüz. Aslen Osmanlıcık siyaseti İslamcılık siyasetinden sonra ara bir devir gibi görülebilir. Hakikaten de Sultan Mahmut ve bazı paşalar devrinde tatbik edilmeye çalışıldığını ancak başarısızlıkla sonuçlandığını görürüz. Bunun sonucunda da Türkçülük ve İslamcılık fikrinin temelinde bir İttihat ve Terakki Devri yani II. Meşrutiyet bizi karşılar. II. Meşrutiyet Dönemi için ne koyu İslamcılık ne de koyu Türkçülük hakimdir diyebiliriz. İkisi de eş derecede değer görmüştür…

Kitabın eleştirisini yine kitaptaki sırayla yapacağız yani Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türk Birliği şeklinde gideceğiz.

Osmanlıcık’ta “asıl maksadın, Osmanlı memleketinde Müslim ve gayrımüslim ahaliye aynı haklar bahşetmek ve siyasi vazifeler yüklemek, böylece aralarında tam bir eşitlik meydana getirmek, fikir ve dinlere serbestlik vermek, işbu eşitlik ve serbestlikten istifade ederek, bahsi geçen ahaliyi, aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen, birbirine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi ortak bir vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bu tüm çetin işleri neticesi olarak da Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’yi görüne asli şekliyle, yani eski hudutlarıyla muhafaza etmekti” diye niteler Akçura (sayfa 67).  

Osmanlıcık fikrinin kapsamı ile ilgili olarak şunları kaydediyordu “Çoğunluğu Müslüman ve Türk olan bir devletin beka ve kuvvetinin artmasında bütün Müslümanlar ve Türkler için fayda olmakla beraber, bu siyasi yol onları doğrudan doğruya ilgilendirmiyordu. Bu bakımdan Osmanlı sınırları dışındaki Müslümanlar ve Türkler bununla (Osmanlıcık fikri ve etkisiyle) o kadar meşgul olamazlardı. Mesele, bölgesel bir mesele idi.” (sayfa 67-68)


Osmanlı Devleti’nde belirli bir politik sistem yoktu. Tahttaki padişahın idaresi devletin o dönemki politikasını oluşturuyordu. Osmanlı Padişahının ağzından çıkan her söz bir emir şeklinde algılanır ve ona göre hareket edilirdi. Bu bağlamda Osmanlıcık fikrinin Sultan Mahmut Döneminde ortaya çıktığını ve politik bir idea haline geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Akçura’da bu konuda şöyle diyor; “Osmanlı Milleti ortaya çıkarma siyaseti ciddi olarak II. Mahmud zamanında doğdu”.

 

Bu noktada şunu düşünmemiz gerekmekte, Osmanlı İmparatorluğu gibi çokuluslu bir devletin nasıl olur da bunca kültürü bir potada eritmesi ve bunu muhafaza aracı olarak öne sürmesi mantığa sığmıştır?

Aslında bu sorunun cevabı milliyet ve milliyetçilik anlayışımızdadır. Akçura eserinde şöyle demektedir; “O zamanlar Avrupa’da milliyet fikirleri, Fransa Büyük İhtilaliyle soy bakımından ve ırka ait olmaktan ziyade, vicdani talebe dayanan Fransız kaidesini esas kabul ediyordu. Sultan Mahmud ve onun ardı sıra gidenler, iyice anlayamadıkları bu kaideye aldanarak farklı din ve ırktan tebaasını serbestlik ve eşitlik ile emniyet karşılıklı dostluk ile kaynaştırıp ve bir araya getirip tek bir millet haline sokmanın imkanına inanıyorlardı. Avrupa’da milliyetler teşekkülü tarihinde görülen bazı örnekler de, bu inançlarını artırıyordu. Hakikaten de Fransız milliyeti Cermen, Kelt, Latin ve Grek ve daha bazı nesillerin birleşmesinden meydana gelmemiş miydi? Alman milliyetinde birçok Slav unsur yutulmamış mıdır? İsviçre din ve ırk uyuşmazlığına rağmen bir millet değil midir?” (Sayfa: 68)

Osmanlıcık fikrinin en yoğun olarak Ali ve Fuad Paşalar zamanında geçerli idi” diye devam eden Akçura bu paşaların fikrinin Fransızlara ait olan ara-yı ümmet (Fr.: plebiscite) fikrine destek veren paşaların “Batılılaşmış” olduğunu ve Fransa İmparatoru III. Napolyon’unda bu paşalara destek verdiği ekler. Bu dönemdeki ıslahatlarında “Alamod” olarak niteleyen Akçura bu dönemi Fransız etkisi olarak değerlendirmiştir. Sultan Abdülaziz’in de Avrupa’ya yaptığı seyahatler bu dönemdeki birçok yenilik de göz önüne alınırsa Akçura’nın gayet haklı olduğu ortaya çıkar.

 

Bu dönemin yıkılışı olarak da Fransa İmparatorluğu ile ilişkilendirir. Burada haklı olduğu bir diğer noktada “…milliyet kaidesi Almanlar tarafından olayların gerçeklerine daha yakın bir surette milliyetlerin temeli ırk olmak üzere yorumlandı…” cümlesidir.  Almanlar, ırk kaidesini Fransızların “vicdani talebe dayanan” prensibinden ziyade sadece Alman/Cermen olana vermek fikri büyük bir inovasyondu. Bunun devamı olarak 1870-71 Savaşlarında Fransa’nın yenilmesiyle bu fikrin (Osmanlıcık) bir daha dirilmemek üzere Fransa İmparatorluğu ile tarihe gömüldüğünü söyler.   

                                                                         ***

Osmanlıcık fikrinin son takipçisi Mithat Paşa’nın sadaretten azli ile Sultan Abdülaziz Devri sonundan itibaren başlayan dönem İslamcılıktır. Bu fikir Dünya’daki tüm Müslümanların “Halife” unvanına sahip Osmanlı Hükümdarınca yönetilmesini savunuyordu. Yeni bir fikirmiş gibi öne sürülse de Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselme devirlerinde takip edilen bir siyasetti. Yavuz Sultan Selim Devrinde en tepe noktasına ulaşmıştır. Yavuz Sultan Selim’in tüm Doğu topraklarına hükmetmesi ve Halifeliği Osmanlı’ya getirmesi de bu noktada İslamcılık olarak nitelendirebilir. Hiç olmazsa 1774’te imzalanan Küçükkaynarca Antlaşmasındaki “Halifelik” vurgusu İslamcılık fikrinin bir izi sayılabilir. Bu bakımdan diğer iki siyasi hareketten ayrı bir noktadadır. Osmanlı İmparatorluğunun yoğun İslami motiflerle süslenmiş kültürü, yaşam tarzı nedeniyle İslamcılık fikrini yer yer değil bütün Osmanlı tarihinde görürüz.  (Osmanlıcık bir ara politika olarak kabul edilebilir tezini buna dayandırmaktayım).

***

Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine İslamiyet politikası meydan aldı. Avrupalıların Panislamizm dedikleri bu fikir son zamanlarda genç Osmanlılıktan yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine, kısmen iştirak eden fırkadan doğdu. Evvelleri en ziyade, “Vatan ve “Osmanlılık” nidalarıyla işe başlayan Genç Osmanlı şair ve siyasetçilerinin birçoğunun duruş noktası İslamiyet oldu.” Diyerek söze başlayan Akçura Bey devamında doğuya giden bu aydınların Osmanlılık ve Osmanlıcık fikrinin beyhudeliğinin farkına vardıktan sonra İslamiyet yani tüm Müslümanların bir sınır içinde yaşaması gerektiği savunduğu fikrini savunduklarını söyler. Burada önce Osmanlı toprakları içerisinde sonra tüm Dünya üzerini kastetmiştir.

Osmanlılıkta sınır Osmanlı içerisinde yaşamaktı ve Sultan Mahmut’ta “tebaam” diyordu o ünlü sözünde. İslamcılıkta ise soy ve farklılıklarına bakılmaksızın aynı dine inanan kimselerin “tek millet” haline getirilmesine çalışılıyordu. Akçura Bey makalesinde diyor ki; “… her Müslümanın en küçük yaşlarda ezberlediği “din ve millet birdir” kaidesine uyarak bütün Müslümanları son zamanın millet kelimesi ile “Tek Millet” haline koymaya çalışmak lüzumuna inandılar. Bu, bir cihetten Osmanlı memleketleri sakinleri arasında ayrışma ve dağılmayı davet edecekti: Müslüman Osmanlı tebaası ile gayrımüslimler artık ayrılacaktı. Lakin diğer cihetten büyük bir birleşmeye sebep olacaktı: Bütün Müslümanlar birleşecekti…

Bu noktada kitaba değil de fikre odaklanmak gerek. İslamcılık fikri diğer iki fikre göre gerçekleşmeye daha yakın bir fikir, bir idea gibi gözükmekte. (Hatta bu popülaritesi sayesinde günümüz Türkiye’sinde bazı siyasi mahfillerin gizli amaçlarından biri olarak bizi selamlıyor) Ancak diğer iki fikir gibi bu da uzak ihtimaldi Osmanlı için. İslam dini siyasi bir amaç olarak kullanan Emevi Devleti döneminde halifeye uyulmamış, İslam Birliği bozulmuştu. Mısır’da bulunan Şii Mezhebinden Fatımi Devleti kendi devletinin hükümdarına “Halife” demeye başlamıştı. Az sonra Abbasi Halifeliği Devrinde de İber Yarımadası’nda bazı liderlerinde kendilerine “Halife” dediklerini görürüz. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de İslam milletlerinin dili, kültürü, yaşam tarzları birbirinden olabildiğince uzaktı. Ayrıca Arap ırkına ait birçok adetin dine “sünnet” adı altına sokulmak istenmesi başlı başına bir problemdi. Öte yandan İslam Devletinde hangi fıkhi yol takip edilecekti? Sünni ekolün tercihi İran gibi büyük bir coğrafyadan ve Asya’daki Müslümanlarla aramızdaki iletişim kanallarından vazgeçmekti; Şii ekol takip edilecek olsa Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Anadolu, Balkanlar gibi ata yadigarı topraklardan daha önemlisi esas Osmanlı siyasetinden vazgeçilecek Yavuz’un, Kanuni’nin akıttığı kan, verdiği çaba beyhude olacaktı.

Özet olarak İslam siyaseti, Arap emperyalizmine dönüşme ihtimali yüksek bir fikirdir. İslam milletlerinin birbirine olan uzaklığı, dilleri o dönem için aşılması güç bir problemdi. İslam’ın içinde barındırdığı tartışmalar ve ihtilaflar dolayısıyla hayal edilen büyük sınırlara ulaşılması güç bir hayaldi(r). 

Esere dönecek olursak…

Önce teoride gazetelerde ve mecmualarda duyulan bu politika daha sonları uygulanmak istendi. Abdülaziz Döneminin sonundan başlanarak Abdülhamit Döneminde devam ettiğini söyleyen Akçura bu politika için mesai harcandığını şu sözleriyle takviye etmiş; “Bazı Asya Müslüman ülkelerinin hükümdarıyla münasebet kurulmasına uğraşıldı. II. Abdülhamit sultan, padişah lakapları yerine halife dini sıfatını koymaya çalıştı. Umumi siyasetinde din, İslam dini, mühim bir yer tuttu. Devlet okullarındaki eğitimde dini meselelere ayrılmış zaman arttırıldı. Eğitim esası dinileştirilmek istendi. Dindarlık, takva padişahın teveccühünü çekmeye en kuvvetli vesile haline geçti. Yıldız Saray-ı Hümayunu hocalar, imamlar, seyyitler, şerifler ile doldu. Bazı mülki memurluklara sarıklılar tayin edilir oldu. Dini sağlamlık belki de hilafet makamına şiddetli bağlılık ve kulluk, gayrimüslim unsurlara karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gönderildi. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler bina ve tamirine çalışıldı. Hacılar ehemmiyet kazandı. Hac mevsiminde padişahın makamına uğrayan hacılar, Müslümanların liderinin çeşit çeşit lütuf ve ihsanına mazhar edilerek, gerek kendilerinin ve gerekse memleketlerindeki diğer Müslümanların hilafet makamına celp ve kalplerinin kazanılmasına çalışıldı. Yakın zamanlarda, Müslüman ahalisi çok kalabalık olan Afrika içlerine ve Çin diyarına ekçiler gönderildi. Bu siyasetin en sağlam icra vasıtası olmak üzerede Hamidiye Hicaz Demiryolu inşasına başlandı” diyor Akçura.

Ancak İslamcılık fikri Tanzimat’tan beri kabuk değiştirmeye, Avrupa’nın içişlerine karışmasına engel olmaya çalışan Osmanlı’nın bu tezlerine tezat kalıyordu. Bunun bir sonucu olacaktı. Bu sonuçta isyanların çoğalması ve yeni dini kargaşalar olacaktı.  

Üç Tarz-ı Siyaset’in ilk ikisi yani Osmanlı Milliyeti var etme fikri ve İslam Milletini sınırları birleşik bir “tek millet” haline getirme fikirleri Akçura’ya göre yazılmış ve tenkitleri yapılmıştır. Üçüncü odak olan Türk Birliği fikri başka bir yazıda ele alınacaktır. Esen kalın.

                                                                                                                                  -Altay

                                                                                                                             00.14- 23.05.2022

                                                                                                                               Isparta-Merkez

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Üç Tarz-ı Siyaset Işığında Türkçülük Fikri

Türk Olmak Bahsine Dair "Katliam" Girit Türklüğü

Gerçekler ve Yalanlar | Atsız ve Atatürk