Üç Tarz-ı Siyaset Işığında Türkçülük Fikri
Üç Tarz-ı Siyaset Işığında Türkçülük
Enes ÖZTÜRK
I.
Osmanlı
memleketlerindeki Türklerin hem dini hem ırki bağlar ile pek bağlı olduğunu belirten
yazar Türk olmayan fakat İslam inancını benimsemiş kimselerin de Türklüğe
benzeyecek olduğu belirtir (Akçura, 2020, S. 83).
Bu
görüşün -Türkçülüğün- esas faydalarını ise dilleri, ırkları, adetleri ve
çoğunluğunun dini aynı olan ve Avrupa’nın doğusu ile Asya’nın büyük
kısmında meskûn Türklerin en ileri, en medeni ve en kuvvetli
olanın Osmanlı Türkleri olduğundan Osmanlı’nın önemli bir konumda
olacağını beyan eder (Akçura, 2020, S. 83-84).
Ancak
Osmanlı içerisindeki Müslüman olup Türk olmayan ve kültürel olarak Türklük
potasında eritilemeyecek olanların devletten uzaklaşacağını beyan eden yazar
bunu makalesinde -bu grupların devlet ile- “ciddi münasebeti kalmaz”
diyerek niteler (Akçura, 2020, S.84).
Akçura’nın
önemli bir tespiti de Türkçülüğün şiddeti ve boyutu hakkındaki yorumudur. O,
Türkçülüğün, İslamcılık kadar kuvvetli, hayat dolu ve heyecan verici olmadığını
beyan eder. Bunu “yeni doğmuş ve çocukluk evresini yaşayan Türkçülük”
olarak belirtir. Devamında İslamcılıktan daha zor koşullara sahip olan bu fikrin
önündeki zorluklardan birisi de Türkleri geçmişlerini unutmalarına bağlar (Akçura,
2020, S. 84).
İslam
ve Türklüğün, Türklerin birliğine giden yolda kullanılması meselesine ise bu
tür birlikteliklerin modasının geçtiğinin, din serbestisinin din birliği
yerine geçtiğini beyan eder. Oluşan yeni konjonktürde dinlerin ancak
ırklarla bütünleşerek/birleşerek, ırklara hizmet ederek siyasi ve
sosyal açıdan önem arz ettiğini belirtir (Akçura, 2020, S. 84).
Ancak
dış engeller bakımından sadece Rus Çarlığının içerisinde kayda değer Türk nüfus
bulunması dolayısıyla görece kolay olduğunu belirtir. Hatta bu sayede siyasi ve
iktisadi anlamda Rusya ile zıt kutuplardaki devletlerden destek
sağlanabileceğini beyan eder (Akçura, 2020, S. 85).
II.
Yusuf
Akçura yazısını, 1904’te, Mısır’daki Türk Gazetesinde makale halinde yayımlar.
1912’de ise kitap olarak basılır. Kitap olarak basıldığı yer İstanbul’dur. Bu
Türkçülüğün izinin sürülmesi açısından da önemli bir mesajı barındırır.
Türkçülüğün yükselişinin izleri buradan takip edilebilir. 1904’te Mısır’da,
Fransa’da, İsviçre’de yapılabilen, yapılma fırsatı bulunan Türkçü yayınlar
neden İstanbul’da, Bursa’da, Diyarbakır’da yapılamıyordu? 1904 ile 1912
tarihleri arasındaki ilişkinin düğümü Türkçülüğün tarihi seyrini önümüze bir
film şeridi gibi koyuyor. Bir padişah ki; sansürsüz yayın bulmak samanlıkta
iğne bulmaktan zor, jurnalcilikte iş fiskosa dönmüş, otorite var ile yok
arasında bir çizgide… Türkçülük, Türk milletinin refahını, yükselmesini,
yüceltilmesini kendine misyon edinen düşüncedir. Bu fikri sahiplenen, düşünce
adamlarının Fransa’da, İngiliz işgalindeki Mısır’da, İsviçre’de bulunmasının
sebebi budur işte.
Türkçüler
vatan düşmanı olsalar, milli birlik ve beraberliğe karşı olsalar hükümdarın
aldığı önlemler bir nebze anlaşılabilir. Namık Kemal’i örnek alalım. Büyük
ailesi soy itibariyle Osmanlı ailesine ve Türk milletine hizmetlerde bulunmuş
bir adam (Atsız, 2022, 171). “Vatan yahut Silistre” adlı tiyatrosu
herkesçe bilinen artık klasikleşmiş bir eser. Tiyatro ikinci kez oynanmadan
Namık Kemal seyrin ortasında tutuklanmış, sorgulanmadan Magosa’ya sürülmüştür
(Namık Kemal, 2022, vi). Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Gelgelelim
Türkçülüğün serencamına.
Yusuf
Akçura, Türkçülük ve İslamcılığı iki farklı fikir cerayanı olarak görüyorken
Gökalp’te “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eserini
yazıyordu. Akçura eserini 1912’de kitaplaştırdı, Gökalp ise 1918’de eserini
tamamladı. Bu da demek oluyor ki Türkçüler bu tartışmayı 1904’ten 1918’e kadar
uzun bir süre tartışmışlardır. Ki çok değil Yusuf Akçura bu eserini kitap
olarak bastıktan bir süre sonra Balkan Harbi yaşanacaktı. Balkan Harbi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöktüğü savaştır. Bu harpten sonra Avrupalı müttefiklerimiz
bizden yüz çevirerekti. Bizim en büyük destekçimiz olan Britanya dahi Ruslarla
birlikte olacaktı.
Bir
başka tarihi örnek ise Balkan Harbinden önce Müslüman Arnavutların 1909’un
Ağustos’unda, Elbasan’da topladıkları bir kongrede okullarında Arnavutça eğitim
almak ve eğitim hizmetlerine daha fazla fon taleplerini takiben finansal
anlamda derin krizlerle boğuşan Osmanlı’nın yeni vergilerine de karşı giriştikleri hareketleriydi. Bu
hareketler daha sonra isyana dönüşecekti. İttihat ve Terakki merkezide de bu
hareketlere karşı hangi önlemler alınması gerektiğine yönelik toplantıların
birinde sinirler o kadar gerilmişti ki İTC’nin önde gelenler birbirlerine
bağırmışlardı (Özberk, 2021, 178).
Adına
“Balkan Harbi” denilen ve fakat örtülü iç savaş halindeki Osmanlı
Ordusunun dış düşmanlarla mücadelesi koskoca Türk Tarihi açısından bir
fiyaskodur. Düşünürlerimizin adına imparatorluk dediği, Türklerin en
ileri, en medeni, en gelişmişi dedikleri Osmanlı, İstanbul’un
yanı başına ekmek yollamaktan aciz durumdaydı. Osmanlı’nın gururlu paşaları da
bu durumdan nasibini almıştı. Abdullah Paşa, bölgedeki yabancı bir gazetecinin
verdiği ekmekle kalmıştı (Özberk, 2021, 185). Bir Türk yurdu olan Selanik
kurşun atılmadan düşman eline geçmişti. Sırf İTC düşmanlığından buna sevinen
Osmanlı erkanı üyelerinin olduğu bir savaşta düşmana ne hacet? Üstelik bu harp
öyle bir bozgun ki; sadece Selanik değil Osmanlı’nın eski başkenti Edirne dahi
kaybedilmişti. İşin komedisi şu; Selanik’i teslim eden Hasan Tahsin Paşa,
Müslüman bir Arnavut’tur. Oğullarından biri Yunan vatandaşlığı aldı diğeri
Arnavut vatandaşı olup Yunanistan’da Arnavut Büyükelçiliği yaptı mezarı
Yunanistan’dadır.
Bizim
aydınlarımız, Müslümanlık meselesini bugün dahi tartışırken kayıplarımıza şöyle
bir bakın, Fransız Türkolog’u Jean Paul Roux bu konuda şöyle diyor;
“Yaklaşık
iki bin yıldır Dünya’yı titreten Türklerden geriye ne kalmıştır? Cezayir,
Tunus, Trablusgarp, Kahire, Aden, Mekke, Kudüs, Şam, Halep, Bağdat, İsfahan,
Semerkand, Kaşgar, Kazan, Astırhan, Saray, Konstantinopolis, Sofya, Atina,
Belgrad, Budapeşte, Kabil, Delhi, Bicapur, Tarım, Ötüken ve Pekin’de hüküm
sürdükten sonra ellerinde artık ne tek bir büyük şehir ne özgür ve küçük hâkim
olabilecekleri küçük bir devlet kalmıştır.” (Roux, 2020, 405).
Yusuf
Akçura, İslam ve Türklük muhasebesi yaparken Ziya Gökalp’te Arnavut ve Arapları
İslam Dünyasına milliyetçiliği sokmak ve Türk’e düşmanlık etmekle suçluyordu
(Gökalp, 2020, 40). Gerçi o da ilerleyen sayfalarda “Muasır Türklük” başlığı
altında Türklük ve İslam birleştirecektir (Gökalp, 2020, 46).
III.
Türkçülük
Avrupa’daki milliyetçiliğin müdavimi, Türkiye’deki şubesi gibi görülmüştür.
Osmanlı aydını, imparatorluk kurucusunun Türk olduğunu unutmuş, Türk’e bir
imparatorluk bakiyesi gibi bakmış ve muamele etmiş, birkaç kilometre toprak
için Avrupa ve Asya’daki Müslüman toplumlarla pazarlık halinde bulunmuşlardı.
Bunun sonucunda birçok kentimiz düşman eline düşmüştür.
Bizim aydınlarımız, Türklük, Osmanlılık ve İslam üçgeninde mücadele halinde iken Osmanlı padişahının dış politikadaki faaliyetlerine bir bakmak gerekir. 1848 ihtilalinden sonra Osmanlı’ya sığınan Macar ve Lehler meselesi bu konuya gayet güzel bir örnek olacaktır. Osmanlı'nın padişahı halife, yani Müslümanların dünyadaki dünyevi lideridir. Onun Londra’daki Büyükelçisi bir Rum ve Ortodoks’tur. Korumaya çalıştığı Macar ve lehler ise Katolik’tir. Ve bu adı geçen sığınmacılar Osmanlı’nın hiç de işine gelmeyecek olan milliyetçiliği savunmaktadırlar. Ve Osmanlı da bunları savunmaktadır (Armaoğlu, 2022, 33).
Kaynaklar
Namık
Kemal (2022). Vatan yahut Silistre (Haz.Refik Durbaş). Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Yusuf
Akçura (2020). Üç Tarz-ı Siyaset (Haz: Yakup Öztürk), Kapı Yayınları.
Ziya
Gökalp (2020). Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Ötüken Neşriyat.
Fevziye
Özberk (2021). Talat Paşa: Posta Memurluğundan Devrim Önderliğine,
Kırmızı Kedi Yayınları.
Fahir
Armaoğlu (2022). Türk Siyasi Tarihi, Kronik Kitap.
Hüseyin
Nihal Atsız (2022). Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Neşriyat.
Jean
Paul Roux (2020). Türklerin Tarihi Pasifikten Akdenize 2000 Yıl (çev.
Aykut Kazancıgil vd.). Dergâh Yayınları.
Yorumlar
Yorum Gönder