Türk Olmak Bahsine Dair "Katliam" Girit Türklüğü
Türk olmak bahsi konuşulması zor,
anlatması yaman fakat anlaşılması çok daha zor bir meseledir. Hele de Türk düşmanlarının
meclislerde nutuk attığı, silah sıkanın kahramandan sayıldığı, her ırktan
olmanın mübah sayılıp da Türk olmanın günah olduğu bir cehennemdeyseniz. Dedim
ya anlatması yaman, anlaşılması daha yaman bir mesele. Bir kere düşmeye
hakkınız yok. Düşersek türlü eziyeti mübahtan sayacak milyonla zerzevatın
gölgesinde yaşayan ülkedir Türkiye!
Kime, nerede yapılsa yeri göğü
birbirine katacak zevatın bize geçmişte yaptıklarını unutmanın rüşveti,
ertelemesi olmaz, olamaz, olmamalı da. Bugün bu meselenin üzerine durmak benim
borcum yarın bir başkasının. Dünya’da Türk nefes aldıkça da hep birilerine borç
olacak.
Ermenileri sürmüş, Yunanları ezmiş,
Balkanlı kavimlere çeşitli sıkıntılar vermiş olanlar biziz Türkler. Kurduğu
devleti Balkanlının, dinini Arap’ın, dilini Fars’ın yönettiği bizlerin suçları
bunlarla da bitmiyor dil gibi, medeniyet gibi, bilim gibi yerleşik medenilerin
tekelinde olan işlere “haddimiz olmamasına” rağmen girmek gibi. Özür dilememizi
beklediklerini zannettiğimiz devre Osmanlı’nın gerileyiş ve çöküş devirlerinde
kaldı. Bir avuç İttihatçı ve Halkın savaşıyla anladık ki bunlar bizden özür
falan beklemiyor, inkılaplarımızla, çeşitli eyaletlerimizde yaptığımız
ıslahatlarımızla ilgilenmiyorlar. Onlar bizi ezmek, derimizi yüzmek,
kellelerimizi almak, ibadethanelerimizi havaya uçurmak, kadın ve kızlarımıza
tecavüz etmek, bebeklerimize kadar bize nefret kusmak istiyorlar. Bunu ellerine
geçen ilk fırsatta gösterdiler. İsteyenler I. Dünya Savaşı’na giden ve sonraki
süreç içerisinde Batı Anadolulu olanlar Aydın’a, İzmir’e, Uşak’a; Doğu
Anadolular Ardahan’a, Kars’a, Erzurum’a; Güneydoğu Anadolular; Maraş’a, Antep’e,
Urfa’nın geçmişine bakabilirler.
Bugün derdim Anadolu Türklüğü değil.
Bencillik etmemek gerek az ya da çok bağımsız devlet, hür bir bayrak, tadı
kaçmış olsa da müreffeh bir ülkemiz Anadolu’yu ve kısmen de Balkanların
doğusunu kuşatmış vaziyette. Yüzüncü yılını geçen yıl 29 Ekim’de kutladık.
Bugün Adalar Denizinin içine
bakmalıyız. Parolamız dün Kıbrıs’tı, bugün ise Adalar Denizi olmalıdır. Tarihi
düşmanlarımız için düşünme vakti gelip çatmalı. Kaderin cilvesinden
ziyade sillesine alışmış bir millet olarak Girit’te bize yapılanı unutmuşuz,
hatırlamak gerek. Her 24 Nisan’da ABD Başkanı ekselans ne diyecek diye
basını takip etmekten olsa gerek sanırım unutmuşuz. Fransa Meclisi ne diyecek
diye unutmuşuz. Almanya Federal Meclisi’nde karar ne olacak diyerek unutmuşuz.
Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı ne olacak diyerek unutmuşuz. En acısı
ve belki de en kahredicisi gün geldi “acaba başbakanlık bu sene de özür mesajı
yayımlar mı?” diyerek unutmuşuz. Meclisinde nutuk atanlar, Türk’ün kurduğu
kürsüden Türk’ün atasına sövenler, ırmağının akışına öldüğümüz yurdun ırmağını
zehirleyenler.
Hakikaten bir başkadır benim
memleketim…
Girit Türklüğü
Girit, Akdeniz’de Kıbrıs’tan sonraki
en büyük adadır. Adanın geçmişi milattan önce 3000’e kadar uzanmaktadır. İlk
sakinleri Anadolu’dan bölgeye göçmüşlerdir. Girit Kültürü vücuda getirmişlerdi.
M.Ö 1400’lerde adada Akka ve Dor’lar görülmüş, sonrasında Yunan akınları, Roma
istilası adada görülmüştür, ada Romalılarca 100.000 gümüşe Venediklilere
satılmıştı[1].
Venediklerin adaya hâkim olduğu dönemde ada ve Türkler arasındaki ilişkinin ilk
nüveleri kendini göstermiştir. 1331’de Girit Adası’ndaki Girit Dükası Morosini
ile Menteşe Beyi Orhan Bey bir ticari anlaşma yapmıştı. Daha sonra bir başka
Ege beyliği olan Aydınoğullarından Umur Bey’in çıktığı deniz seferlerinde
adanın sularında gezindiği, Girit’i sıkça tehdit ettiği kaynaklarda beyan
edilmektedir. Girit üzerindeki bu tehdit Yıldırım Beyazıd’ın Aydınoğulları
Beyliğini ortadan kaldırdığı 1390 yılına kadar sürmüştür. Osmanlı-Venedik ilişkileri
tarihinde çok kritik bir konumda bulunan adayı korumak üzere Venediklilerce 15.
Yüzyılın ortalarında bir tahkimat yapıldı. Çok geçmeden 1469’da Fatih döneminde
adaya ilk Osmanlı hücumları yapıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kaptan-ı
Derya Barbaros Hayreddin Paşa komutasında adadaki Sperlanka Kalesine hücum
edilmiş, bir miktar esir ele geçirilmişti. Adanın bir Osmanlı mülkü halini
alması için ise Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın sadaret dönemini beklemek
gerecekti[2].
Sultan IV. Mehmet’in saltanatında, 6
Eylül 1699’da, Vezir-i Azam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ve Venedikli komutan
Francesco Morisini arasında imza edilen “Policastro” antlaşmasıyla ada Osmanlı
mülkü oldu. Anlaşma gereği Venedikliler ellerinde bulunan üç kale (Suda,
Karabusa ve Spilonya) üzerinde hakimiyetleri devam edecekti. Osmanlılar adada
can ve namus güvencesi sağlamış, görevlerini kötüye kullananları cezalandıran
bir yönetim politikası uygulamıştı. Dört paşalık ve sancaklardan oluşan idari
yapının başına vezirler ve beylerbeyleri gibi üst düzeyde kimseler ada
yönetiminde bulunmuşlardı[3].
Tepedenli Ali Paşa isyanının sürdüğü
dönemde Mora ve adalarda çeteciler isyan etmişlerdi. Bu isyanlardaki amaç ya
bağımsızlık ya da Yunan Krallığı’na bağlanmaktır. Bab-ı Ali yönetimi bunun
üzerine isyanın bastırılması için Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı
memur etmiştir. İsyanı bastıran Mehmet Ali Paşa ordusunun giderleri için
isyancıların mallarını müsadere etmiştir. 1827-1828’de adada huzur aranan bir
nesne olmuştu. Nihayetinde 1830’da isyan yeniden çıktı amaç aynıydı. İsyanın
çıkmasından önce Osmanlılar adaya özel kanunlar çıkarmış ve Rumcasını da
yayımlamıştı. 27 Mart 1830’da adanın Yunan Krallığı’na tabii olamayacağı ve
Rumların da adaya müdahil olmayacağı ilan edilmişti. Dost ve müttefikimiz
batılı devletler ise Osmanlı’dan istenmeyecek şeyler istemekteydiler, onlar,
ılımlı bir politika izlenmesini, halkı baskı ve taraflı yönetimlerden
korunmasını istemişlerdi. Bab-ı Ali ise yine Mehmet Ali Paşa’yı
görevlendirmiştir. 1831’de adaya gelen Kavalalı isyanı bastırmış, Mısır’dakine
benzer bir idare kurmak istemiş ve yerine de Mustafa Naili Paşa’yı bırakmıştır[4].
1840’ta Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ada yönetiminden çekildikten sonra da
Mustafa Naili Paşa, Osmanlı idaresi adına padişaha bağlı bir şekilde adayı
yönetmiştir[5].
Bu süreçte adada 1841’de Yunan tarafından gelen üç-dört kayık huzursuzluk
yaratmıştı. Adayı yöneten Mustafa Paşa bu durumu sükûnet ve barışla halletmek
istemişti. Ancak adadaki Müslüman halk çoktan korkuya kapılmıştı. Silahlanma
hakkı istiyorlardı[6].
Ki bundan önce adada özellikle Rusların destekleri ile isyana teşviki
mevcuttur. Özellikle II. Katerina ve Büyük Petro dönemleri. Dönemin bir gerçeği
olarak Fransız ihtilaliyle yayılan milliyetçilik adada kendini Eterya
Cemiyeti’nin faaliyetleriyle hissettirmişti[7].
1841’deki isyandan sonra 1869’da
ayaklanan Rum halkının talepleri aynıydı. Ancak bu dönemde diğerlerinden farklı
olarak olayı aktaranlar arasında Namık Kemal’de bulunmaktaydı. Namık Kemal’in
bu konudaki görüşleri şu şekildedir:
1. İsyanın amacı Yunan Krallığı’na
bağlanmaktır.
2. Bu hareketin başarıya ulaşması için
büyük devletlerin desteğine ihtiyaç vardır.
3. Yardım almak için dikkatler buraya
çekilmelidir.
4. Dikkat çekmek için Yunanların ezildiği
propaganda edilmelidir. Bu propaganda Avrupa neşriyatında yer almalıdır.
Bunların yanı sıra Namık Kemal adaya Hristiyan
bir vali atanması teklifine muhalefet etmiş ve “Avrupa’da kaç Müslüman vali
mevcuttur?” sorusunu sormuştur[8].
1897 Osmanlı-Yunan harbi ile aynı
yılda yapılan nüfus sayımında 70.000’i Müslüman olmak üzere toplam nüfus
300.000 olarak belirtilmiştir. Sadece üç yıl sonra 1900’de yapılan sayımda ise
toplam nüfus 303.553 olurken Müslüman nüfus 33.496 olarak işaret edilmişti[9].
Osmanlı İmparatorluğu için her açıdan
bir yıkım olan Balkan Harbi sonrası 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra
anlaşmasıyla adadan çekilmiştir. 14 Aralık 1914’te ise adada Yunan bayrağı
göndere çekilmiştir[10].
Peki adanın 1897’den 1914’e kadarki
süreç boyunca yaşadıkları nelerdir? Kan, gözyaşı, hile… Bab-ı Ali hükümeti 25
Ağustos 1896’da Osmanlı Hariciye Nazırı Tevfik Paşa ve diğer devlet elçileriyle
adaya özel bir düzenleme çalışmasına girdiler. Batılılar bu çalışmanın
sonuçlarını adadaki gayrimüslim azalara bildirmiş ve kabul görmüştür bunun
üzerine çalışmanın sonuçlarının Bab-ı Ali tarafından ilanını istemişlerdi.
Bab-ı Ali’de bu isteği kabul etmiş Girit Valiliği’ne beş yıllığına Beroviç Paşa
atanmıştı. Ancak adadaki isyancılar ve Atina’daki destekçileri bu kararı devre
dışı bırakmak için yoğun faaliyetlere girmişlerdi. Atina yönetimi bu
faaliyetlerin sonucunda bir filoyu adaya yolladı. 13 Şubat’ta Adaya çıkan Yunan
kuvvetleri komutanı Vassos 16 Şubat’ta adayı Yunan Krallığı adına zapt ettiğini
ilan etti. Batılıların verdiği ültimatomlara da kulak asılmamıştı. Bunun
üzerine Fransız, İngiliz, Rus, İtalyan, Alman ve Avusturyalılardan oluşan 500
kişilik bir müttefik birlik adaya çıktı. Osmanlılar, Batılılara iki defa
ihtarname yollamışlardı. Adada mevcut düzenin sürmesi gerektiği söyleniyordu.
Bunun üzerine Yunan Krallığı’na verilen ültimatomda adanın Yunan Krallığı’na
bağlanamayacağı, Osmanlı mülkü olduğu, özerklikle idare edileceği bildirildi,
altı gün içerisinde birliklerin adayı terki istendi. Ancak Yunanlar adada huzur
ve asayişin sağlanmasının kendi birliklerine bırakılmasını, özerkliğin yetersiz
olduğu ve ada halkının bir seçimle yönetimini istediği idareyi belirlemesi
gerektiği cevabı verildi. Batılar ihtarları sonuç vermemesi üzerine Hanya’yı
işgal etti. Adaya asker çıkaran Yunan filosu çekilirken adadaki askerler adada
bırakıldı. Ada Batılıların ablukası altına alındı. Ancak adada Yunanları baskı
altına alan Batılılar bir taraftan da Bab-ı Ali’yi sıkıştırmakta, adadaki
ıslahatın geç yapıldığı beyanı üzerinden özerkliğin güçlendirilmesi ve
Osmanlı’nın ada üzerindeki haklarının kademeli bir şekilde çekilmesi
gerektiğini ilan eden bir bildiriyi Osmanlılara yollamışlardı. Osmanlı’nın eski
ihtişamlı günlerinde yardımı esirgemediği Fransa’nın da içlerinde bulunduğu
devletler Osmanlı-Yunan Savaşı’nın kazanılmasına bakmadan ada üzerindeki
Osmanlı hakimiyetine son vermek kararında idiler. Kademli bir şekilde Osmanlı
askerinden arındırılan Girit’in özerk ve tarafsız bir şekilde yönetileceği,
Osmanlılara belli bir miktar vergi verileceği, padişahın atayacağı bir vali
tarafından yönetileceği Batılı devletlerce ilan edildi. Batılıların valilik
için adayları Yunan Prensi George idi. Adayı Yunanlardan kurtarmak için savaşan,
özerklik tekliflerini kabul eden, göndere kendi bayrağının yanında müttefiki
devletlerin bayraklarını çeken Osmanlılar bu durumdan fevkalade rahatsız
oldular. Onlar valilik için başka isimler düşünse de sonuç batılıların
dedikleri kabul edildi. Bu tarihten sonra adada Yunan bayrakları göndere
çekildi, Osmanlı adına adayı yönetmek üzere görevlendirilen Prens George adayı
Yunan Krallığı’na bağlamak üzere Avrupa’da lobi faaliyetlerinde bulundu[11].
Prens George’nin valiliği sırasında 1905’te
adada isyan çıktı. Bunun sonucunda Prens George valilikten çekildi. İlerleyen
süreçte adadaki valiyi belirleme hakkı Batılı devletlerce mülkiyet hakkı
Osmanlılarda bırakılmak üzere Yunan kralına verildi. Yunan kralı da eski bakan
Zaimis’i bu göreve atadı. Adı geçen zatın valiliği esnasında adadaki Batı
kuvvetleri bir oldu bitti ile adadan çekildi. Girit Milli Meclisi çeşitli
Osmanlı topraklarının Avusturya-Macaristan tarafında ilhakı ve Bulgarların
bağımsızlığını kazanması üzerine adanın Yunan Krallığı’na bağlandığını ilan
etti. Bu her ne kadar tanınmamış bir karar olsa da adadaki ayrılıkçılar Meclisi
“Helen Kralı” adına açmakta, Müslüman vekilleri meclise almamak gibi kararlar
ilan etti. Bab-ı Ali ise sadece itiraz edebildi. Suçlu bir de güçlü çıkmıştı.
Avrupalılar da bu kararları tanımamıştı. Osmanlı padişahına bağlı bir memur
olan Zaimis’in görev süresi dolunca ne görev süresi uzatılmış ne de yeni bir
atama yapılmıştı. Üstelik Girit Milletvekilleri Yunan Meclisine girme
teşebbüsünde bulununmuş bu hareketleri Avrupalılarca önlenmişti. Ancak 1912’de
iki meclis birleşmiş adaya bir Yunan “Genel Vali” unvanıyla çıkmıştır.
Osmanlılar bu olaylara itiraz etse de çıkan Balkan Harbinde yenilmiş ve Girit,
Londra ve Bükreş Antlaşmasıyla elden çıkmıştır[12].
İşin trajik kısmı da burada
başlamaktadır. 1923’e gelindiğinde adada Müslüman nüfus erişmiş bir
vaziyetteydi. Buna rağmen yeni Türk Cumhuriyeti buradaki soydaşlarını yalnız
bırakmamış mübadele sürecinde Girit’ten anavatana insanlarımız dönmüşlerdi.
Ancak adadaki Türklerin bin kadarı Rumların vahşiliklerine maruz kalmışlardı tıpkı
işgal altındayken Anadolu’da ve isyan ettikleri dönemde Mora’da yaptıkları
gibi…
Sonuç
Girit Adası özelinde Türkler ve
diğer milletler arasındaki ilişkinin özeti ortaya koymaktadır ki; Batılılar
bizim inkılaplarımızla, idari ve mülki düzenlemelerimizle, özgürlük ve can/mal
güvencelerimizle ilgilenmiyor fırsat buldukça parça parça vatanımızı bizden
koparıyor. Öte yandan düne kadar devletimizi ortak yönettiğimiz Rumlar,
Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar ve Arnavutlar fırsatını buldukça bizlere ağır
darbeler vurmaktan geri kalmıyor. Avrupa’nın yasası Avrupalıya işliyor,
kanunlar ve kurallar çifte standartlarla uygulanıyor. Dün bunun adı Türk-Yunan
çekişmesiydi, Girit’e özel kanunlar ve idari uygulamalardı bugün adına başka
isimler konuyor. Dün Giritlilerin hiç olmazsa göçebileceği bir anayurtları
varken yarın Türklerin gidebilecekleri bir yurtları yok. Balkanlıların ve
Doğumuzdaki milletlerin varoluş sebeplerindeki “öteki” olan ve “intikam”
alınması gereken ülke olan Türkiye’nin doğal düşmanları, dedelerimizin eski
evlatlarıdır. Fatih, İstanbul’u aldığında iki Roma Prensini Osmanlı hizmetine
almış ve yüksek makamlara atamıştı. Kanuni, devleti Pargalı “Maktul” İbrahim
Paşa ve Sokullu Mehmet gibi Balkanlılarla yönetmişti. Devletin son demlerinde
devletin bir numaralarından Mahmut Şevket Paşa Bağdatlı, Said Halim Paşa
Kahireliydi. İsimleri alt alta koyunca onlarca devlet ve onlarca millet akla
gelse de hakikat Falih Rıfkı’nın şu sözlerinde saklıydı;
“Biz
Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı
değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs’te
o kadar bizim değildi… Ticaret, kültür, binalar her şey Arapların veya başka
devletlerindi. Yalnız jandarma bizim idi, jandarmanın esvabı…”
[1] Nevzat Gündağ, “Akdeniz’de Bir
“Mümtaz Eyalet”: Girit (1699-1869)”, Belgi, Sayı: 9, C. 1, s. 1280-1281.
[2] Cemal Tukin, “Girit” mad, TDV İA.
İstanbul, 1996. C. 14, s 85, 87.
[3] Nevzat Gündağ, “Akdeniz’de Bir “Mümtaz
Eyalet”: Girit (1699-1869)”, Belgi, Sayı: 9, C. 1, s. 1281.
[4] Kevser Değirmenci, “1841 Girit İsyanı
Öncesi Girit Valisi Mustafa Naili Paşa’nın Adada Aldığı Önlemler”, Dumlupınar
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 62, s. 42.
[5] Vezirlik rütbesi almıştır. İlginç bir
şekilde yönetimi hayatı boyunca sürecek şekilde anlaşmıştı. Değimenci’ye göre
bunun nedeni mal varlığı idi.
[6] Kevser Değirmenci, “1841 Girit İsyanı
Öncesi Girit Valisi Mustafa Naili Paşa’nın Adada Aldığı Önlemler”, Dumlupınar
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 62.
[7] Cemal Tukin, “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Girit İsyanları (1821 Yılına Kadar), Belleten, C. IX,
Sayı 34, s 205-206.
[8] Musa Gümüş, “1866-1869 Girit İsyanı
ve Yunanistan: Namık Kemal’den Tespitler”. İnsan ve Toplum Bilimleri
Araştırmaları Dergisi, C. 5, S. 1.
[9] Nükhet Adıyeke, “Osmanlı
İmparatorluğu ve Girit Bunalımı (1896-1908)”. TTK Yayınları, Ankara, 2000, s. 267.
[10] Muhammet Sarı, Ayşegül Aycan, “Lozan
Anlaşması Gereğince Girit’ten Türkiye’ye Göçün Basına Yansıyan Yönleri”, Çağdaş
Türkiye Araştırmaları Dergisi, C. 18, S. 18, ss 35.
[11] Muhammet Sarı, Ayşegül Aycan, “Lozan
Anlaşması Gereğince Girit’ten Türkiye’ye Göçün Basına Yansıyan Yönleri”, Çağdaş
Türkiye Araştırmaları Dergisi, C. 18, S. 18, ss 32-33; Cemal Tukin, “Girit”
mad. TDV İslam Ansiklopedisi.
Yorumlar
Yorum Gönder